Benim hikâyem biraz uzun. Sıkılmayacağınızı umarım.
Nereden başlasam bilemiyorum.
Karadeniz’in incisidir, Ordu’nun Ünye’si… Orada bir köy.
Gölcüğez diye. Ünye’yi Fatsa’ya bağlayan Karadeniz Sahil Yolu’nun Yüceler (Midrebolu
da denir) mevkiinden yukarı çıkılır bizim köye. Sahil yolundan 8 kilometre
yukarıda…
Aslında sıradan bir Karadeniz köyü olması dışında çok
fazla özelliği olan bir köy olmadığı söylenebilir Gölcüğez’in. Ama orası benim
için cennetten bir köşedir. Çünkü vatandır…
Gölcüğez küçük bir köy. Adından da anlaşılacağı gibi
asırlar önce gölmüş bizim köy. Şimdi sadece, içinden geçen ve Fatsa’nın
girişindeki Kavaklar’dan denize dökülen küçük bir deremiz var. Şu türküdeki
Ordu derelerinden biri.
Köyümüzün merkezine tepeden kuşbakışı bakılabilse, dev
bir kanyon algılanabilir. Bizim ev, bu kanyonun yakalarından birini oluşturan
dev kayaların üzerinde bulunuyor.
Burası, Kepsil mahallesine bağlı Kayabaşı bölgesi.
Kayabaşı’nı lütfen, sıradan bir kara parçası, herhangi bir mahalle olarak
algılamayın. Orası benim için dünyanın en güzel yeridir.
Oradaki ormanların,
fındık bahçelerinin, mısır tarlalarının, ormanların, kaya diplerinin her bir
karesini bilirim ben. Ve de özlerim. Her yıl giderim oraya ve Fatsa Koyu’nu kuş
bakışı gören kartal yuvası evimizin çatısından, o muhteşem manzarayı
seyrederim. O size bahsini ettiğim taşları, ağaçları tek tek ziyaret ederim.
Tıpkı birer insanmışlar gibi, elimle okşarım onları, selam veririm, “Ben
geldim” derim.
Sıkı durun…
Asıl hikâye, Oğuz Boyları’ndan başlıyor… Taa Uzakdoğu’dan
bir yerden. Muhtemelen bir Türkmen boyundan… Sanıyorum Törnük boyu… Hani şu
Türklerin Orta Asya’dan kalkıp Anadolu’ya geliş öyküsü vardır ya… Rivayete
göre, o hikâyenin göbeğinde benim aileninki…
Son gidişimde,
aile büyüklerinden bir şeyler daha kaptım ve eksik parçaları birleştirmeye başladım.
Bir gün zamanım olursa kitap yapacağım bu müthiş
hikâyeyi. Şimdi burada sizinle paylaştığım bu hikaye, asıl hikayenin özeti
olacak… Tabii biraz da araştırma yapacağım, ailenin konakladığı rivayet edilen
yerlerde.
Uzatmayalım. Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Türklerden
bir bölümü, Bağdat yöresinde birkaç yüzyıl konaklar.
700’lü yıllar. İslam’ın geniş kitlelere yayılmaya
başladığı dönem. Oğuz boylarından gelen aile, bir süre Bağdat’ta, İmam Azam Ebu
Hanife’nin (El-Numân bin Sabit) yakın çevresinde yaşar. Hatta bizim aile İmam
Azam’ın soyundan gelir… (Bir rivayete göre, Ebu Hanife de Türk’tür)
(Hayatı için lütfen linkleri tıklayın:
http://tr.wikipedia.org/wiki/Ebu_Hanife. http://www.enfal.de/i-azam.htm. )
1071 Malazgirt savaşından sonra, bizim aile de Anadolu’ya
göçen Türk boylarının yaptığını yapar. Tası tarağı toplar, Kars Ardahan
üzerinden Karadeniz’e doğru yönelirler. Göç gerekçeleri, Bağdat’ta yaşadıkları
sefalettir.
Bu dönem Türkiye’ye göçen Türk ailelerden her biri,
kendilerini, geldikleri yerlere göre bir isimle anılmaktadır. Bizim aile, İmam
Azam’dan ötürü, Numanoğulları olarak anılır…
(Bir süre önce vefat eden büyük dedemiz-büyük amca da
derdik- Niyazi Arslan, hikayeyi her anlattığında, “Biz Numanoğullarıyız, İmam
Azam’ın torunlarıyız” derdi…)
Törnük boyunun bir parçası olan ve Numan El Sabit'ten
ötürü Numanoğulları adını alan ailenin 1071’den sonraki bu göçü, taa
Gümüşhane’ye kadar devam eder. Muhtemelen kağnıların ve atların üzerinde
aylarca süren yolculuğun ardından, Gümüşhane’nin Kürtün İlçesi’ne kadar
gelirler. Ve burada yerleştikleri yere de Törnük adını verirler. (Bugünkü adı Günyüzü)
Muhtemelen birkaç kardeş ile eşleri ve çocuklarından
oluşan Numanoğulları, yaşamaları için uygun buldukları Törnük’te birkaç yüzyıl
yaşarlar… Tarımla uğraşırlar, buğday ekip biçerler.
Numanoğulları’nın elinde bir de altın bilezik gibi, daima
onlara geçim kapısı olan demir işlemeciliği vardır. Cüruh denilen taşları
eritip, dönemin şartlarına göre alet edevatlar üretirler.
Fakirlik, Numanoğulları’nın yakasını bir türlü
bırakmamaktadır. Buhran zamanlarından birinde, Törnük’ü de terk ederek, Karadeniz’in
daha iç kısımlarına yerleşmek üzere yola çıkarlar. (Bu esnada, ailenin bir
bölümünün burada kalmış olabileceği belirtiliyor ama maalesef bugüne kadar,
buraya gidilip hiçbir araştırma yapılmadı)
İstikamet Ordu’dur. Muhtemelen bundan 400-500 yıl kadar
önce, Numanoğulları, önce Fatsa’ya gelir ve sahildeki Mandıra denilen sanayi
mahallesinde bir süre konaklarlar, demir işine burada da devam ederler.
Ancak yıllarca hep karasal iklimde yaşayan aile, deniz
kıyısındaki yaşamı çok sevmez. En çok şikâyet edilen şey de sivrisineklerdir.
1900’lü yılların başında da Ünye ile Fatsa arasındaki Gölcüğez Köyü’ne gelip, o
zamanlar boş olan Kepsil ve Kayabaşı’na yerleşirler.
O yıllarda Gölcüğez’de, Ermeni aileler yaşamaktadır.
Köyün dere kenarında kalan verimli topraklardan oluşan bölümünde, sonradan
Müslüman oldukları bilinen aileler oturmaktadır. Göçle sonradan gelenler ise
tepelerdeki ormanlık alanlara yerleşmişlerdir.
O yıllarda bölge fındık üretim alanı olarak
benimsenmiştir. Fındığı yörede ilk yetiştiren aile Numanoğulları olduğu için
ailenin yeni adı, ‘Fındık’ olmuştur. Fatsa’dan göçen 4 kardeşin bundan sonraki
isimleri, Fındık Ali, Fındık Hüseyin, Fındık Yusuf ve Fındık Halit’tır. Babamın
dedesi, Fındık Ali, babaannesi de Fındık Emine olarak anılır…
Aile fertlerinin tamamı, çalışkanlığıyla bilinir. Taşlık,
kıraç, verimsiz alanlar fındık bahçelerine, buğday ve mısır tarlalarına
dönüştürülür. Aile, kısa bir zaman zarfında, ekonomik olarak, bölgenin en güçlü
ailelerinden biri olur.
FINDIK ALİLER’İN KURTULUŞ SAVAŞI
![]() |
Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun |
700’lü yıllarda Bağdat’tan, İmam Azam’dan beri son derece
dindar olan aile, İslami yaşam tarzından hiç kopmamıştır. Son derece dindar
olan Fındık Ali ve Emine’nin askere alınan 8 erkek evladından birinin adı da
Şaban’dır.
Savaşın en meşakkatli yıllarında askerler, eli silah
tutan bütün erkekleri cepheye götürmek için köy köy dolaşmaktadırlar.
Fındık Emine, bu yıllarda eşi Fındık Ali’yi de
kaybetmiştir. 8 oğlunu askere gönderen Fındık Emine, Kepsil Mahallesi’nde, 12
yaşındaki oğlu Hasan’a tutunup hayatta kalma savaşı vermektedir.
Bir gün askerler köye gelirler ve Fındık Emine’nin
elinden, 12 yaşındaki Hasan’ını da alıp cepheye götürmek isterler. 8 oğlunu,
gözünü kırpmadan vatan uğruna şehadete gönderen Fındık Emine, elinde sopasıyla
askerlerin önüne dikilir ve karşıda, mısır tarlasının kenarındaki kiraz ağacını
göstererek, “8 oğlumu, dee şurdaki kiraz ağacının yanından uğurladım, hiçbirisi
geri dönmedi. Hasan’ımı benden almayın noolur asker ağalar” diye yalvarır.
Askerler, durumun vahametini anlayıp, küçük Hasan’ı cepheye götürmekten
vazgeçerler…
Fındık Emine’nin 8 oğlu da vatan uğruna şehit düşmüş,
hiçbirisi, kiraz ağacının yanında bir daha hiç görülmemiştir...
Rivayet odur ki bana adını veren Fındık Ali’nin
oğullarından Şaban ile kardeşlerinden bazıları, bir gece vakti, Merzifon’daki
birliklerine, Ermeni çeteleri tarafından yapılan kanlı baskında şehit
düşmüşlerdir…
HASAN USTA
Fındık Ali'nin soyunu, Fındık Hasan devam ettirir.
Bölgede taş işlemeciliği değerli bir sanattır. Fındık
Hasan, iyi bir taş ustasıdır. Yörede herkes onu, Hasan Usta olarak tanır. 1938
yılında, komşu köyde bir evin inşaatında çalışmaktadır. Yontmaya çalıştığı bir
taşın, üzerine devrilmesi sonucu yaşamını yitirdiğinde, yaşı 32’dir. Geride,
gözü yaşlı iki eş, 4 küçük çocuk bırakmıştır.
Fındık Hasan vefat ettiğinde, oğlu, yani benim babam
Fahri birkaç aylık bebektir. Amcalarım Mehmet, Şükrü ve Ali de 5 ila 15 yaş
arasındadırlar.
Babamın amcasının oğlu Niyazi (Büyük amca), uzun yıllar
boyunca kendisini felç eden hastalığı yüzünden savaşa gidememiştir ve bu sayede
hayatta kalmıştır.
Soyadı Kanunu çıkınca, nüfus memurları köy köy dolaşıp,
her aileye bir soy isim vermektedir.
Ailelere soyadı veriliş öyküleri çok enteresandır. Kime
hangi soy adının verileceği, köy meydanında toplanan kalabalık tarafından
tartışılır. O gün oraya gelmeyenlerin soy isimlerini de komşuları
vermektedir...
Nüfus Memuru kütükten bakıp sorar: Fiyan Alisi burda mı?
Kalabalık cevap verir: Yookk.
Birisi devam eder: O şimdi ocağın başında oturuyordur…
“İşte bulduk. Onun soyadı Ocakbaşı olsun.”
“Filanca nerde.”
“Şu an somun pişiriyordur…”
“Tamam, onun soyadı da Somuncu olsun…”
Niyazi amca, gücün simgesi olarak bildiği ‘Arslan’ı,
bizim ailenin soy adı olarak belirler.
Fındık Aliler olarak bilinen Numanoğulları’nın Arslanlar
oluş hikayesi de böyledir…
DEVAMI GELECEK…
Törnük'ten İmam Azam'a, Gümüşhane'den Gölcüğez'e...
Reviewed by adaxinin
on
Pazar, Aralık 18, 2016
Rating:

Hiç yorum yok:
Küfür ve hakaret içerin yorumlar yasaktır, yayınlanmaz. Yorumlama Biçimi tercihlerinden "Ananoim'i tercih ederek, herhangi bir hesaba bağlanmadan yorum gönderebilirsiniz.